Her şey Oslo’da ucuza kalacak yer bulamadığım için gittiğim Drammen adlı Oslo’ya yakın Norveç’in küçük şehirlerinden birinde başladı. Kaldığım otelin güvenlik görevlisi Haşmet Abi’yle otelin lobisinde bedava çay-kahve eşliğinde hayat hakkında, Haşmet Abi’nin Norveç öyküsü hakkında sohbet ediyoruz. Benim sabah otel rezervasyonum sona erecekti ve sabah nereye gideceğim hakkında en ufak bi’ fikrim yoktu. Haşmet Abi saatlik kontrollerini yapmak için otel dışına çıkınca ertesi gün varmayı düşündüğüm yerler hakkında bilgi edinmeye çalışıyorum ben de ancak kafamın bir köşesinde de Stockholm hala yatmakta. Yaklaşık bir saat yaptığım araştırmalar sonunda “Bir daha ne zaman gelirim?” dediğim Norveç’in doğal güzelliklerine doğru yola çıkmaya karar vermiştim bile. Kafamda dünyaca ünlü Pulpit Rock vardı, gidilecek yedi saat tren yolculuğu ardından vapur ve otobüsle Prekeistolen’e varan parkur için başlangıç noktasına varacaktım. Sabah en erken trene yetişmek amacıyla “Trende uyurum.” taktiğini uygulamak için hava yavaştan aydınlanmaya başlayana kadar Haşmet Abi’yle uzun uzadıya muhabbet ettik. Ardından çantamı kaldığım sekiz kişilik odaya çıkıp sessiz sedasız topladım ve tren garına doğru yürümeye başladım. Gün doğarken ben trenin bir köşesine kıvrılmış ve gözlerimi kapamıştım. Tabi trende uyumak öyle kolay olmuyor, özellikle de Norveç’te. Müthiş manzaraların dibinde yol alırken gözlerimi kapatmakta zorlanmadım değil 🙂
Gözlerimi açtığımda Pulpit Rock için ilk adım olan Stavanger şehrine varmıştım. Çantam sırtımda yer ayırttığım hostele doğru yürümeye başladım. Hostele yaklaştıkça o akşamı geçireceğim mekanlar yavaş yavaş önüme düşmeye başladı bile: Türk Restoranları! Hostel ise üst üste birkaç konteynırın birleştirilmesiyle oluşturulmuş. Meksika ev bahçelerine benzer bir bahçesi olan şehrin en ucundaki en ucuz hostelde kalıyordum. Odaları birbiriyle perdelerle ayırıyor, hususi dolaplar da ortak salonda duruyordu. Bunlara rağmen bugüne kadar kaldığım en güzel hosteldi. Yerleştikten sonra şehri keşfe çıktım. Tabi ilk olarak camında A4 kağıdına “Kurban siparişi başlamıştır.” yazılmış ve asılmış olan mini-markete girdim. İçeride birçok Türk markasıyla beni Hacı Abi ve Hakan Abi karşıladı. Yazıyı görüp girdiğimi söyleyince “Kurban siparişi mi vereceksin?” sorusu geldi. Türkiye’den geldiğimi söyleyince de beni müthiş ağırladılar. Gezimi, fotoğraf çektiğimi anlattım. Preikestolen için geldiğimi söyleyince Hakan Abi “Ben atlarım oradan aşağı diye gitmiyorum.” dedi 🙂
Şehri gezip kebap yedikten sonra uykunun ağırlığıyla kendimi hostele attım. Sabah ise o yorgunluk sebebiyle öğle vakti kalktım. Hızlıca giyinip limana gittim ve beni Tau’ya götürecek vapuru beklemeye başladım. Vapurla yolculuk kırk beş dakika civarı sürüyor ve Tau’ya iniyorsunuz. İndiğiniz yerde ise zaten çok fazla otobüs sizi parkurun başlangıç noktasına götürmek için bekliyor. Daha önceden aldığım tavsiyeyle beyaz otobüslerden birine binip gidiş-dönüş bilet alıyorum. On beş dakikalık bir yolculuk sonunda ise parkurun başlangıcına varıyoruz. Orada bile manzara bu kadar güzelken yukarıda nasıldır sorusuyla yürümeye başlıyorum.
Yürümeyi sevmeyen biri olarak o parkuru tek başıma yürümeye hatta tırmanmaya başlamak biraz delilikmiş, sonradan farkettim.İnişli çıkışlı orman yolunda yaklaşık 1,5 saat ilerledikten sonra dümdüz bir taşın üstünde hiçbir bitkinin olmadığı çöle benzer bir alanda yarım saat daha yürüyorsunuz. Ancak ben daha ilk saatin sonunda terden sırılsıklam olmuş bir durumda yolda insanları çevirip parkurun ne zaman biteceğini soruyorum. Aldığım cevap ise şevkimi kırıyor: “Bir bu kadar daha var.” Yaklaşık 4 kilometrelik bir yolu hafif tempolu bir şekilde 40 dakikada yürüyebilirsiniz. Pulpit Rock’a tırmanışım ise tam 2 saat sürdü. Son 15 dakikada manzaraya karşı yürüyorsunuz. İçimden ise “Ulan şimdi hostelde ayaklarımı uzatmış yatıyordum.” veya “Güzel bir kebap söylemiş onu yiyordum.” düşünceleri geçiyor. Yemek benim için her şey! 🙂
Doğal olarak tek başınıza olunca ve iki saatlik yürüyüş-tırmanışın sonlarına yaklaşınca yorgunluktan ve sinirden sesli Türkçe küfürler başlıyor. Ancak tam o anda kara birden ayağınızın altından çekiliyor ve bütün yorgunluğunuzun, terinizin her bir damlasının karşılığını alıyorsunuz. Tam o anda rüzgar karşıdan esiyor ve derin bir nefes alıyorsunuz. Tam o anda “İyiki” diyorsunuz. O andan itibaren yapabileceğiniz tek şey olarak ayaklarınızı uzatıp geri kalan zamanınızda manzarayı izlemeye başlıyorsunuz. Denizden tam 604 metre yüksektesiniz ve aklınıza direk “Burada iyi mangal yapılır be.” düşüncesi de yerleşiyor. Belki de sadece benim aklıma geliyor bu, bilemeyeceğim. Ben tabi bir Türk olarak yanımda getirdiğim kahve ve yoğurdumu çıkartıyorum. Keyfime diyecek yok. 🙂
Kahve ve yoğurttan dolayı muhabbet ettiğim Arjantinli “Türk müsün?” diye soruyor. Nereden bildin diye sorunca da “Buraya sadece Türkler yanında bir şeyler çıkartıyor diye cevap veriyor. Bol bol fotoğrafın ardından dönüş zamanı yaklaşıyor. Preikestolen’e giden ve dönen otobüsler günün belli zamanlarında hizmet yapıyor. Kimisi, benim gibi enayiler, güneş batımını bile göremeden öğlene doğru çıkıp akşam olmadan iniyorlar. Aklı olanlar ise gün batımına yakın çıkıyor ve yukarıda çadırlarını kurup kamp yapıyorlar, sabah da gün doğumunu izleyip öyle dönüyorlar. Ben aşağı inerken birçok insan yukarı daha yeni çıkıyordu. İnşallah önümüzdeki sefer o enayilerden olmam.
Hızlı bir şekilde yaklaşık 1,5 saatte iniyorum ve son otobüse yetişiyorum. Gece ise bir daha gelme hayali kurmakla geçiyor ve uyuyorum.
Pulpit Rock için öneriler:
Yanınızda biri olsun,
Bol miktarda suyunuz olsun,
Yanınızda atıştırmalık bulunsun,
Yedek kıyafetiniz de olsun, çok terliyorsunuz,
Çadırınız olsun. Benim gibi enayilerden olmayın, gece tepede konaklayın. Tabi çadırınız da kış çadırı olsun, şayet gece baya soğuk geçiyormuş.
-SON-